İtalyan Sinemasının Nevi Şahsına Münhasır Türü Giallo Filmden
Kan Revan İçeren 10 Güzide Örnek
İtalyancada sarı anlamına gelen Giallo film, aslında B sınıfı diye
nitelendirilen 20. Yüzyıl ikinci çeyreğinden sonra İtalya’da ortaya çıkmış
gizemli, gerilimli, kanlı ve seksi film türüdür. Korku öğeleri barındırsa da
klasik korku filminden farklıdır. Giallo film için ilk kural ortada bir suç
olmasıdır, anlamsızca cinayet işlemeye başlayan gözü dönmüş, sadist bir katil
ya da doğaüstü bir güç ortalığı kana bular. İzlemesi bazı kesimlere keyif
vermese de hatta film çoğunlukla mantık hatalarından geçilmez olsa da türün
hayranları tarafından kült sayılan filmler de yok değil. Depp Red, Suspiria,
Phenomena gibi filmlerle türün babası olarak anılan Dario Argento Giallo’nun en
ünlü yönetmeni sayılsa da türün başlangıcını The Evil Eye ile Mario Bava
yapmıştır. Zaten Argento da Bava’nın asistanıdır ve ondan devraldığı bayrağı
daha ileri götürmüştür.
Giallo filmlerin bence en büyük sorunu ters köşe yapmak için yer yer saçmalamaları.
Şöyle ki, filmin başında bir cinayet işlenir, zaten film de bu cinayet üzerine
kurgulanmıştır. Yüzünde maske de olsa, sadece ayakları da görünse izleyicinin
katil olarak gördüğü kişinin erkek olduğu ortadadır. Fakat filmin sonunda sırf
ters köşe olsun diye filmin başından beri hunharca cinayet işleyen katilimiz
bir anda kadına dönüşüverir. Hem de ufak tefek, hatta yaşı yetmişe dayanmış bir
kadın. Yani, tamam sinemasal gerçeklik diye bir şey var da giallo film de
yaşananlar sinemasal gerçekliğe bile sığmaz. Gerçekliği bir köşeye bırakıp bir
birinden kanlı on giallo filmimize geçmek istiyorum. Yalnız başta da değindiğim
gibi bol kan içeren filmlerin görselleri biraz rahatsız edici olabilir. Fakat plastik
makyajın pek gelişmediği daha doğrusu paraya bağlı değiştiği düşünülürse B
sınıfı kategorisinde yer alan giallolardan öyle gerçekçi bir kan revan
beklemeyin. Duvara yaptıkları badanadan artakalan boyayı oyuncunun ağzına
burnuna boca edivermişler işte. Jilet, ustura, testere, satır ve bıçakla genel
itibariyle kadınların özellikle de genç ve güzel kadınların resmen telef
edildiği bir tür olan giallo, feminist gruplarca kadın düşmanlığıyla
suçlanmıştır. Yer yer üç beş erkeğin de katledildiği giallo filmlerde kadınların
öldürülmesi kadar seks sembolüymüşçesine teşhir edilmesi de rahatsız edici bir noktaydı.
Diğerlerine oranla giyinik olan kadınlar kesici bir alet yerine suda boğularak
ya da yanarak katledilirdi. Yer yer kedili seksi cadıların da arzı endam ettiği
giallolar iyisiyle kötüsüyle sinemada yerini almıştır. Giallo severlerin
izlemeden geçmeyeceği türün on kült filminden oluşan listeme hızla geçecek
olursak:
Suspiria
Almanya’daki Kara Orman
bölgesindeki özel bir okulda bale eğitimi alacak olan Suzy Bannion Amerika’dan
geldiği sırada bile Almanya’daki kasvetli ortam kızı sarıp sarmalar. Yağmurlu
bir havada uçağı iniş yapan Suzy, güç bela bir taksi bulup bale okuluna gitmek
için yola koyulur. Fırtınalı bir havada okulun bahçesine giren Suzy, ne olduğunu
anlayamadan genç bir kız koşarak okulun kapısından çıkar. Panik halde oradan
uzaklaşan genç kız ve onu evine alan teyzesi katledilir. Öte yandan okula
geldiği ilk günden beri bir takım olumsuzluklar yaşayan Suzy de bir arkadaşının
ölümüyle korkuya kapılır. Okuldaki kör müzik hocasının, köpeği tarafından
saldırıya uğraması ve ölmesiyle Suzy’nin yaşadığı gerilim iyice artar. Genç kız
saygın da olsa ruhunu huzursuz eden bale okulundan gitmek ister fakat okuldaki
hocalarının da tuhaf davranışlar sergilemesi üzerine ne yapacağını şaşırır.
Dario Argento’nun muhteşem mekan seçimleri ve kırmızı takıntısının kendini
hissettirdiği filmde tek kusur Suzy’nin uzun süredir okuldaki genç ruhlarla
beslenen haminne cadıyı sivri avize çubuğuyla öldürmesiydi.
The Bird With The Crystal Plumage
Amerikalı bir yazar olan Sam Dalmas,
İtalya seyahati sırasında bir cinayet girişimine şahit olur. Bir sanat
galerisinin önünden geçerken uzun paltolu bir adamın genç ve güzel bir kadını
öldürmeye çalıştığını gören Sam, cama vurup cinayete engel olmak ister. Katil,
Sam Dalman tarafından görüldüğünü anlayınca hemen kayıplara karışır. Olay
yerine gelen polisler Sam’ın pasaportuna el koyup onu bir süre daha İtalya’da
tutarlar. Çünkü garibim Sam bir cinayete şahit olsa da polisin gözünde
şüphelidir. Çünkü olayın iki şahidinden biri o, diğeri de yaralanan Monika
hanımdır ve kadın gözlerini açıp konuşmadan Sam’in üzerindeki şüphe
kalkmayacaktır. O sırada da tesadüf bu ya İtalya’da kol gezen acımasız bir
katil vardır. Polisler galerideki cinayet teşebbüsünün de bu katilin işi
olabileceğini düşündükleri için Sam’i gözden kaçırmak istemezler. Bu sayede
uzun süredir aranan seri katili de yakaladıklarını düşünürler. Öte yandan Sam de
üzerine bulaşan katil lekesini temizlemek için bir dedektif titizliğiyle
cinayetleri araştırmaya başlar. Gerçek katili bulmak için çabalayan Sam’in
aklından galeride yaşanan cinayet girişimi bir türlü çıkmaz. O gece, o galeride
yaşananlarda bir tuhaflık vardır ama Sam ne olduğunu bir türlü çözemez. En son
Monika’nın kocası Alberto’yla konuşmaya karar verir. Alberto’yla yaptığı
konuşma Sam’in adamdan şüphelenmesine yol açar, o gece galeride Monika’yı
öldürmeye çalışanın kocası Alberto olduğunu düşünür. Fakat ya Monika, Sam’in
düşündüğü kadar masum değilse, ya Alberto karısını öldürmek yerine onun
işleyeceği bir cinayete engel olmaya çalışıyorsa? Ya Sam’in yerde yaralı halde
gördüğü kızıl afet Monika, İtalya’ya korku salan seri katilin ta kendisiyse?
Deep Red
İngiliz müzisyen Marcus Daly,
akademide müzik eğitimi vermek için geldiği İtalya’da bir cinayete şahit olur.
Anam bu giallo filmler resmen ülkedeki turistleri korkutmak için mi çekilmiş
nedir? Önce Kristal Tüylü Kuş sonra Deep Red… Resmen cinayete şahit olup
şüpheli durumuna düşen yabancıların dramı gibi. İşte Deep Red’de de Blow Up’tan
tanıdığımız David Hemmings İngiliz piyanist Marcus rolünde. Film insanların
zihnini okuyan Helga Ulmann’ın yıllar evvel işlenmiş bir cinayetin zanlısının
zihnini okumasıyla başlıyor. Aslına bakarsanız Helga hanım, iki profesör
tarafından davet edildiği bir konferansta şarlatan olmadığını izleyicilere
kanıtlarken konferansta katılımcı olan birinin zihnine istemeden girip katil
olduğunu öğreniyor. Katil tarafından izlenen Helga evinde saldırıya uğruyor.
Hem de öyle böyle bir saldırı değil, kapıyı bir tekmeyle kıran katil, zavallı
kadına satırla saldırıyor. Aksi gibi Helga da Marcus’un alt komşusu ve adam
evine gitmek üzereyken ekibindeki müzisyenlerden Carlo’yu sokak ortasında
içerken buluyor. Carlo yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen hayattan nefret
eder gibi ölümüne içen birisi, Marcus onu evine götürmek istiyor ama Carlo buna
izin vermiyor. Carlo ve Marcus sokak ortasında felsefe yaparken bir çığlık
duyarlar. Çığlığın nereden geldiğine bakınan Marcus, alt komşusu Helga’nın
pencereye yapışmış bedenini görür. Kadın yardım istemek için pencereyi açamadan
arkasından yaklaşan katil tarafından icabına bakılır. Eve doğru koşan Marcus, koridora girdiğinde farkında olmasa da aynadaki yansımadan katili görür. Fakat
onu bir resim sandığı için film boyunca aslında ilk anda gördüğü katilin kim
olduğunu arar durur. Tabi bu arayış sırasında ona güzel olduğu kadar da meraklı
gazeteci Gianna Brezzi de yardım eder. Filmin sonunda katilin Sevda Ferdağ’ın
yıllara meydan okuyamayan İtalyan ikizi olduğu anlaşılır. Cidden filmde
Marta’yı canlandıran Clara Calamai, Sevda Ferdağ’ın biraz kötü yaşlanmış hali
gibi. Oyuncu olan Marta evlendikten sonra kocasının zoruyla sinemadan ayrılmış
ve bu durum kadında psikolojik sorunlara yol açmış. Kocasının, onun ve çocukları
Carlo’nun iyiliği için kliniğe yatmasını istediği Marta, eline aldığı ekmek
bıçağıyla bir Noel gecesi oğlunun gözleri önünde kocasını öldürür. Helga’nın
katıldığı konferansa giden Marta’nın zihnindekiler mıknatıs gibi Helga’nın
zihni tarafından çekilir. Geçmişindeki cinayetten kurtulmasının tek yolunun bu
cinayeti gören psişik kadından kurtulmak olduğunu düşünen Marta, gece evini
bastığı Helga’yı öldürür. Cinayete şahit olan Marcus’un kendisinin kim olduğunu
bilmediğini bildiği için ona pek bulaşmaz ama kimliğini hatırlayan herkesten
teker teker kurtulmaya çalışır. Fakat sonunda Marcus’ta aynada gördüğü silueti
hatırlar, üstelik oğlu Carlo’da annesini korumaya çalışırken ölür. Bunun
üzerine zaten psikolojik sorunları olan Marta, iyice delirir ve Marcus’u
öldürmek üzere pusuya yatar. Fakat bu sefer başarılı olamaz ve asansörün
kapısına sıkışan şatafatlı kolyesi ölümüne neden olur.
Blood and Black Lace
Mario Bava’nın kağıt bebekleri
hedef alan acımasız bir katilin hikayesini anlattığı Blood and Black Lace filmi
İlhan Engin’in 1967 yapımı Kadın Düşmanı filmi ile benzerlik taşır. Tarih
itibariyle tabi ki Bava’nın filmi daha önce çekilmiştir ve bizimkiler de ondan
uyarlamış. Fakat Bava’nın filmin bütününden çok içindeki cinayete odaklandığı
Blood and Black Lace filmi senaryo açısından Kadın Düşmanı filminden daha
zayıftır. Tabi yerli versiyonda da asla bu kadar gerçekçi ve detaylı düşünülmüş
cinayet sahnesi bulamazsınız. Filmin konusuna detaylı olarak girecek olursak
bir birinden güzel kadınların modellik yaptığı bir moda evinde çalışan
mankenlerden birinin ölümüyle ortalık karışır. Nedendir bilinmez sonra aynı
moda evi için çalışan güzel kadınlar sırayla ölmeye başlar. Polis tüm dikkatini
moda evine yönlendirir, katilin kurbanlarını sürekli buradaki modellerden
seçmesinin altında bir sır olduğunu düşünür. Tam da polisin düşündüğü gibi moda
evinde çalışan kızlar içinde moda evine ait karanlık bir sır barındıran defter yüzünden
ölüyordu. Yüzüne opak çorap geçirmiş, şapkalı ve üç beden büyük siyah palto
giymiş bir katilin hışmına uğrayan kızlar bu zalım ölümleri hak edecek ne
öğrendi yahu diye geçiriyor insan içinden. Yazıktır, günahtır katil kızlardan
tekini küvette boğup, üstüne bi de bıçaklamıştı. Birinin de yüzünü şömineye
sokmuştu. Yani insan bu kadar zalimce işlenmiş cinayet sahnelerinden sonra Bava
ve Argento’nun kadınlarla, özellikle de güzel kadınlarla derdi ne diye
sorgulamadan edemiyor. Filmin sonunda polisler katil olabileceğinden
şüphelendiği altı erkeği gözaltına alıyordu, eğer bir kadın daha öldürülürse
katilin onlardan birisi olmadığı anlaşılacaktı. Ama eğer o altı erkek
gözaltındayken bir cinayet işlenmezse o zaman katilin gözaltındaki adamlardan
birisi olduğu anlaşılacaktı. Aslında katil gözaltında tutulan altı erkekten
birisiydi fakat o gece bir cinayet daha işlendi. Böylece polisler diğer masum
beş erkekle beraber katili de serbest bıraktı. Sonradan anladık ki, o güzelim
altı kadının hunharca katledilmesine neden olan defterin içinde moda evinin
sahibi hanımla, sevgilisi Franco’nun gizli sırları varmış. Kızlardan birisi bu
defteri fark edip içindekileri öğrenince Franco da kızı öldürmüş. Sonra da defterden
haberdar olan diğer kızları da sırları ortaya çıkmasın diye teker teker
öldürmüş. Franco’nun serbest kalması için son cinayeti de moda evinin sahibi
hanım abla işlemiş. Franco bey şaşkınca karakoldan çıkınca da moda evinde
sevgilisinin hışmına uğruyordu. Şöyle ki moda evinin sahibi kontes hanım, bu
kontes unvanını kocası kont bey sayesinde alıyor. Kont beyle beraberken Franco
ile de ilişkisi olan kontes hanım, sevgilisi ile birlik olup kocasını
öldürüyor. Böylece adamın serveti de bunlara kalıyor, işte nasıl bir hıyarlıksa kadın böyle bir sırrı günlük tutuyormuş ve sıradan bir olaymış
gibi deftere not etmiş. Tabi defteri okuyan kızlardan birisi de bu bilginin ne
kadar değerli olduğunu fark edince bildiği bu sır karşılığında para beklerken
canından oluyor. Kontes hanım Franco beyin aşkı yüzünden şantajlara maruz
kalmışken Franco bey tarafından moda evindeki mankenlerden biriyle aldatınca kan beynine sıçrıyor. Yani kadın sevgilisini kurtarmak için değil, onunla
hesaplaşmak için cinayet işleyip Franco’nun polis gözetiminden çıkmasını
sağlıyor.
Black Sabbath
Mario Bava’nın 1963 yapımı filmi üç
kısa korku filminden oluşuyor. Filmin başında ve sonunda korku sinemasının ünlü
oyuncusu Boris Karloff sunuculuk yapıyor. İlk film Telefon, telefon sapığına
maruz kalan genç ve güzel bir kadının korku dolu gecesini anlatıyor. Telefonu
çalan genç kadına karşıdaki ses öleceğini söylemektedir, bu metafor günümüzde
bile hala korku alt türü gerilim filmlerinin vazgeçilmez öğesidir. İkinci film
Su Damlası’nda açgözlü bir hemşirenin ölmek üzere olan yaşlı kontesin değerli
mücevherini çalması yüzünden başına gelenler anlatılıyor. Ölmek üzere,
neredeyse kendi kendine mumyalaşmış kontes hanımın vakitleri sayılıdır. Kadının
çok değerli bir yüzüğü vardır. Ona bakmak için gelen hemşire hanım da sanki
üzerine vazifeymiş gibi bu güzel mücevher de toprak altında mı kalsın diye, ölü
kadının parmağından yüzüğünü çalar. Ablacım sana ne zavallının yüzüğünden? Kadının
çoluğuna çocuğuna kalır. Resmen hırsızlık yapıyorsun bir de kahvaltıda yürek mi
yemiş nedir? Resimdeki ablanın yüzüğünü çalıyor. Yahu şu suratı gören hamile
kadın çocuk düşürür, şu suratı gece gören aklını kaçırır. Sen ne cesaretle bu
surata sahip, pişmiş kelle sırıtışlı, botoks mağduru görünümlü kadının yüzüğünü
çalıyorsun. Vallahi bu hemşire hanım başına geleni hak etti. Eve gelir gelmez
su damlası sesleri duymaya başlayan hemşire ablanın korkudan üç buçuk attığı
sahneler bayağı gerilimliydi. İzlerken aklımıza gelse de yok canım, kadın
vicdan azabı çekiyor, kontesin hortlağı evi basacak değil ya derken, bir
bakıyorsun kontes hanım öbür taraftan kıymetli yüzüğü için gelmiş. Bu metafor
da günümüzde dahi korku filmlerinin aranan öğesi konumunda. Hatta öyle ki bizim
Sır Kapısı’nın bir bölümünde dahi yüzüğü için öbür taraftan gelme motifi
işlenmişti. Bu da bize öğretiyor ki, yüzük kadınlar için çok kıymetli bir
mücevher ve bir kadın ölse dahi yüzüğünden vazgeçmiyor. Yüzük kadının
kıymetlisi ve efendisi olmuş durumda. Üçüncü hikaye Wurdulak ise Rusya’nın
soğuk ve karanlık ikliminde geçiyor. Gotik bir mekanda geçen filmde wurdulak
olarak anılan şey aslında vampirin Rusçası. Gorca bey amca Tatar Ali adındaki
bir wurdulakı öldürmeye ant içip evi terk etmiş ve giderken de çocuklarına eğer
şu tarihe kadar gelmezsem benden ümidi kesin demiş. Zira adam bir vampirin
peşinden gidiyor, sonucunda kendisinin de vampir olma riski var. İşte bu
sebepten gitmeden evvel ev ahalisine eğer geri geldiğimde yaralıysam sakın beni
içeri almayın demeyi de ihmal etmiyor. Fakat evlat işte uzun yoldan dönmüş yaşlı
babasını nasıl eve almasınlar. Filmin sonunda Tatar Ali isimli wurdulakı
öldüreyim derken kendisi de wurdulak olan Gorca ( Boris Karloff ) tüm ev
ahalisinin kanını emiyordu.
Phenomena
İçine kapanık ve utangaç bir kız
olan Jennifer, nasıl yaptığını kendisi de bilmese de sineklerle telepatik
olarak iletişime geçmektedir. Ailesi uyku sorunları çeken genç kızı özel bir
okula gönderir, genç kızın yaşadığı uyku probleminin nedeni bir türlü anlaşılamaz.
Bu yüzden Jennifer okuldaki diğer kızlar tarafından dışlanır. Bir gün yine
diğer kızlar tarafından üzerine gelindiği sırada Jennifer farkında olmadan
böceklerle iletişime geçer ve onunla alay eden kıza böcekler saldırmaya başlar.
Jennifer, Stephen King’in Carrie’si gibi kendisine sataşanlara psişik
güçleriyle karşılık veredursun okulunun yakınlarındaki civar kasabada acımasız
cinayetler işlenmektedir. Jennifer’in böceklerle iletişime geçmesi adli
entomoloji sayesinde katilin bulunmasına yardımcı olacaktır. Tabi zavallı
Jennifer da katilin evini böcekleri sayesinde bulur bulmaz polise haber
vermeden eve dalınca az daha canından oluyordu ya, neyse son anda paçayı
yırttı.
The Red Queen Kills Seven Times
Almanya’nın soylu ailelerinden
Wildenbrück ailesinin geçmişinde korkunç bir olay vardır. Kızıl Kraliçe ve Kara
Kraliçe birbirleriyle hiç anlaşamayan iki kız kardeşmiş, bir gün Kara Kraliçe,
Kızıl Kraliçe’yi öldürmüş. Daha sonra intikam için gelen Kızıl Kraliçe altı
masum insanı öldürdükten sonra yedinci olarak da kardeşi Kara Kraliçeyi öldürmüş. Fakat
daha korkuncu bu olay Wildenbrück ailesinde her yüz yılda bir yaşanmaya
başlamış. Her yüz yılda bir birbirinden nefret eden iki kız kardeşten biri diğerini
öldürür ve daha sonra da öldüren kız kardeşle beraber yedi kişi ölen kız
kardeşin ruhu tarafından öldürülürmüş. Bu olayın tekrar yaşanmasından korkan
Tobias Wildenbrück yeğenleri Kitty ve Rosemary’nin bu yüz yıldaki kardeşler
olduğunu bildiği için iki kardeşi ayrı ayrı büyütmeye karar vermiş. Rosemary’i
Kitty’den ayrı büyüterek ailesini lanetten koruyacağını düşünmüş, fakat her şey
Rosemary yerine Kitty’nin kardeşiymiş gibi aileye aldığı Evelyn’in Kitty
tarafından yanlışlıkla öldürülmesiyle değişir. Önce Tobias kalp krizinden ölür,
üstelik Tobias’ın yeğeni Franziska ve kocası Herbert, Tobias’ın öldüğü gece bahçede
Evelyn’i görmüşlerdir. Kitty lanetin gerçekleştiğini ve öldürdüğü kardeşi
Evelyn’in onunla beraber yedi kişiyi daha öldüreceğini düşünüp korkmaya başlar.
Daha sonra da teker teker çalıştığı moda ajansındakiler ölmeye başlar. En son
sevgilisi Martin’in akıl hastanesindeki karısı Elisabeth de ölünce polisin
gözündeki en büyük şüpheli Martin olur. Çünkü işlenen ilk cinayetle moda
ajansının müdürü Hans ölünce onun yerine Martin müdür olur, ikinci cinayette
ölen tasarımcı kız, Martin’in eşi Elisabeth’in yakın arkadaşıydı. Son olaraksa Martin’in
karısı Elisabeth ölmüştü ve bu ölümle kadının tüm parası Martin’e kalıyordu. Martin
işlenen üç cinayetten en karlı çıkan kişi olduğu için polisin gözünde şüpheli
duruma düşer. Karısının doktoruyla konuşurken sevgilisi Kitty’nin ailesinde de
bir takım akli sorunlar yaşayan kişiler olduğunu doktor ağzından kaçırır. Bunun
üzerine Kitty ile konuşan Martin, Kızıl Kraliçe hikayesini öğrenir ve bu
durumdan polise bahsetmelerini ister. Bu Martin’in üzerindeki katil zannını kaldırmak için bir fırsattır fakat Kitty bu durumdan bahsetmek istemez. Çünkü Kızıl
Kraliçe hikayesinde de olduğu gibi cinayetlerin işlenmeye başlaması için önce
Kızıl Kraliçe’nin kardeşi Kara Kraliçe tarafından öldürülmesi gerekiyordur. Kitty,
kardeşi Evelyn’i öldürdüğünün bilinmesini istemez. Fakat filmin sonunda hepimiz
olayın iç yüzünü anlarız. Ne Kızıl Kraliçenin horlayıp katliam yapması
gerçektir ne de Kitty’nin kardeşi sandığı Evelyn’i öldürmesi. Her şey amcasının
mirasından en yüksek payı almaya çalışan Franziska’nın planının bir parçasıdır.
Film boyunca zaten yönetmen bu kadına dikkat der gibi Franziska’nın tuhaf ağız
burun kıvırmalarını bize gösteriyordu. O yüzden filmin başından beri
cinayetlerde Franziska’nın parmağı olduğunu anlarsınız. Ama kadının ölürken
bile kimse mutlu olamıycek diye, ciyaklaması Wildenbrück ailesindeki meşhur
delinin filmin başında kardeşine sadistçe eziyet eden Evelyn değil, amcasına
bile para için bakan Franziska olduğunu kanıtlar nitelikteydi.
Lo Strano Vizio Della Signora Wardh
Bayan Wardh’ın Tuhaf Sapıklığı
filmi ülkemizde Aşka Susayanlar adıyla uyarlanmıştı. Meral Zeren ve Kadir
İnanır’ın başrolünde olduğu film bir takım değişiklikleri saymazsak İtalyan
versiyonunun birebir aynısıydı. Kocası Neil’le Amerika’dan gelen Julie’nin unutmak
istediği anıları vardır. Özellikle de eski sevgilisi Jean’la ilgili anılar. Ülkeye
girer girmez işiyle aşırı meşgul kocası kadını yalnız bırakır, Julie bindiği
takside şehirde uzun zamandır kadınları öldüren bir katil olduğunu öğrenir. O katilin
eski sevgilisi Jean olduğunu düşünür ve ondan uzak durur. Fakat Jean’ın ondan
uzak durmaya niyeti yoktur, kadına çiçek göndererek tacizlerine başlayan Jean,
ortak arkadaşları Carol’un verdiği partide bile Julie’ye rahat vermez. Julie bu
partide Carol’un kuzeni George ile tanışıp yakınlaşır, fakat bu yakınlaşma ona
pahalıya patlar. Kadını arayan bir kişi George ile olan ilişkisini kocasına
söylemekle tehdit edince Julie ne yapacağını şaşırır. Telefondaki ses kadından
para isteyince Julie vermek istemez ama Carol parayı onun yerine istenen adrese
götüreceğini söyleyince parayı vermeyi kabul eder. Fakat Carol adrese gittiğinde
katil tarafından öldürülür, katilin asıl hedefinin kendisi olduğunu anlayan
Julie psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. Özellikle eski sevgilisi Jean’ın da
öldüğünü öğrenmesi ile katilin ona yakın herkesi öldürdüğünü düşünen Julie
korkuya kapılır. Kocası Neil’i terk edip sevgilisi George ile Madrid’e kaçan
genç kadın, eski sevgilisi Jean ölmesine rağmen ondan bir çiçek alınca Jean’ın
ölmeyip onun peşine düştüğünü sanır. Panik halde Madrid sokaklarında koşarken
yanından geçip onu sıyıran zıpkınla iyice paniğe kapılan Julie, Jean’ın peşinde
olduğunu düşünür. Sinir krizi geçiren Julie’ye George doktor bulmaya gider. Eve
gelen doktor, Julie’ye bir iğne yapar ve George’a kadının sabaha kadar
uyanmayacağını söyler. George da doktoru bırakmak için evden çıkar, o sırada
sanki öğretmişler gibi sabaha kadar uyanmaz denen kadın uyanır ve evin içinde
George diye, sevgilisini aramaya koyulur. Katil tarafından eterle uyutulan
Julie, mutfağa sürüklenir. Gazı açıp tüm pencereleri kapayan katil, Julie’yi
intihar süsü vererek öldürmeye çalışır. Siz de neden diye sorgulamaya
başlarsınız. Neden tüm kurbanlarını usturayla öldüren katil, Julie hanımı
mutfak tüpüyle öldürsün? Çünkü asıl katil, bir hostesi öldürmeye çalışırken
hostes hanım, can havliyle eline geçirdiği bir makasla katil beyi mevta eder.
Ve Julie’nin çevresindeki asıl tehlike katil değil, en yakın bildikleri hatta
sevdikleridir. George ve Neil aralarında bir anlaşma yapıp, bu anlaşmaya Jean’ı
da katıp, Julie ve Carol’dan kurtulma planları yapmışlar. Bu sayede Carol ve
George’un amcasından kalan miras Carol ortadan kalkınca sadece George’a kalacak. Ve Neil de kötü giden işlerini karısının hayat sigortasından kalacak
para sayesinde düzeltecekti. Julie’nin ölüm haberini alınca karakola gelen
ikili polislerin önünde birbirini suçlarken arabada birbirini tebrik eder. İkilinin
mutluluğu Neil’in yol kenarında Julie’yi görmesiyle silinir, polisin oyununa
geldiğini anlayan ikili Julie’nin yaşadığını anlayınca polisten kaçmaya
çalışırken sizlere ömür olmuştu.
İnferno
New York’ta yaşayan Rose, oturduğu
apartmanın alt katındaki antikacıdan Üç Ana adında bir kitap alır ve kitabı
okudukça kendi oturduğu evin de bir cadı tarafından yaptırıldığını anlar.
Korkuya kapılan genç kadın Roma’da müzik okuyan kardeşi Mark’tan yardım ister
ve onu yanına çağırır. Ablasının mektubunu alan Mark, mektubu dersten sonra
açmayı planlamaktadır ama amfide gördüğü kedili bir kadın yüzünden aklı karışan
genç adam, mektubu sırada unutur. Sıra arkadaşı Sara tarafından bulunan mektup,
Sara hanımın haddinden fazla merakı yüzünden başının belaya girmesine neden
olur. Rose’nin mektupta bahsettiği kitabı merak edip kütüphaneye giden genç
kadın, bulduğu kitap yüzünden başına geleceklerden habersizdir. Kütüphane çıkışını
ararken kütüphanenin içinde yaşayan korkunçlu cadının mekanına gelen Sara,
cadının elinden zor kurtulup evine kaçar. Fakat korkudan evde yalnız
kalamayacağı için asansörde tanıştığı bir muhabirden yardım ister. Sırf
karşısındaki kız güzel diye, yardımın belki farklı noktada sonlanacağını
düşünen denyo muhabir de kızın teklifini kabul eder. Fakat çapkınlığı başına
dert olur, çünkü Sara’nın kendilerinden haberdar olduğunu anlayan Üç Ana isimli
tehlikeli üç cadı bu gece Sara’dan kurtulmak için kızın evine gelir. Ve eve
gelince de biliyor bilmiyor diye ayrım yapmayıp Sara ile beraber evdeki
muhabiri de hakkın rahmetine kavuştururlar. Sara’dan ablasının mektubu için
telefon alan Mark’ta eve bir gelir ki Sara öldürülmüş. Ablasının yanına giden
genç adam, ablasının o gelmeden öldürüldüğünden habersiz evde bekler. Ablasının arkadaşı
kontes Elise ile tanışan Mark, Elise ablasının nerede olduğunu bilip
bilmediğini sorar. Bir başkaraktere göre oldukça akılsız davranan Mark, filmin
sonunda nasıl kurtulur? Hem de New York’un en acımasız cadısının elinden nasıl
yırtar anlamak mümkün değil.
Stendhal Sendromu
Ünlü Fransız yazar Stendhal,
Floransa’ya ilk defa gidince gördüğü sanat eserleri karşısında aman Allah’ım bu
nasıl bir güzellik deyip baygınlık geçirir. Bu yüzden de psikolojide güzel bir
sanat eseri görünce çok etkilenip bayılma ya da halüsinasyon görme durumuna
Stendhal sendromu adı verilmiş. Bir nevi sanat zehirlenmesi durumu olan
Stendhal Sendromu’nu konu alan 1996 yapımı Dario Argento filmi ise Stendhal
Sendromundan mustarip genç polis memuresi Anna’nın peşinde olduğu seri katili
ararken adamın kucağına düşmesini konu alıyor. Aslında amirleri tarafından
katili bulmak için yem olarak kullanılan Anna, Floransa gibi sanat eseriyle
dolu memlekette rahatsızlığı yüzünden katilin eline düşer. Adamın tecavüzüne
uğrayan Anna, katil tarafından öldürülmek üzereyken polisler tarafından
kurtarılır. Tecavüz ve ölüm korkusundan dolayı psikolojik sorunlar yaşayan genç
kadın, kişilik bölünmesi yaşayıp kendini öldürmeye çalışan katilin kimliğine
bürünür. Katilin kimliğine girdiği sırada saçına taktığı sarı peruk bile katil
Alfredo’nun saç rengiyle aynı tondaydı. İçindeki katil kimliğiyle cinayetler
işleyen Anna, asıl katil Alfredo’yu kendi eliyle öldürse bile onun öldüğünü
inkar edip, kendi işlediği cinayetleri de onun üzerine atar. Polislerin meslektaşları
Anna’daki tuhaflığı çözmesi ve katil olduğunu kabul etmek istemeyen genç
kadının sinir krizi geçirmesiyle film sona erer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder